23 Mart 2010 Salı

örtülü gerçekler


"Redacted”, usta yönetmen Brian de Palma’nın yazıp yönettiği ve ülkemizde “Örtülü Gerçek” adıyla Şubat 2008'de vizyona giren bir film. Türkçe ismi, tam olarak tercüme edilmemiş de olsa filmin temasıyla bir bütünlük içinde. Yönetmen bu film ile çarpıtılan gerçekleri düzeltmeyi amaçladığından ötürü "Redacted" ismini kullandığını ifade ediyor. Gerçek olaylardan esinlenerek yapılan filmde belgesel nitelikte görüntüler ve fotoğraflara da yer verilmiş. Film, Irak’ta Samarra şehrinde konuşlanmış küçük bir Amerikan askeri birliği üzerinden savaşı, askerlerin davranışlarını ve hislerini sorguluyor. Filmin başlangıcında elinde amatör kamerasıyla arkadaşlarını görüntülemekte olan askerin sözleri oldukça düşündürücü; Irak’a, üniversitede sinema bölümünde okuyabilecek kadar para kazanmak amacıyla geldiğini söylüyor. Birçok askerin Irak’a gelmeye bu şekilde karar vermiş olduğunu göz önüne alırsak, aslında birçoğunun Amerikalı olma bilinciyle yada ordularını desteklemek amacıyla Irak’ta bulunmadığını görüyoruz. 2004 yılında, Micheal Moore tarafından çekilmiş olan Fahrenheit 9/11’de de Irak gerçeğinin bu yönünü görmek mümkün. Irak’ı bir kazanç kapısı olarak gören Amerikan askeri modelinden yola çıkıldığında ABD’nin Irak’taki mevcudiyeti daha bir sevimsizleşiyor gözümüzde.

Filmdeki bazı ayrıntılardan da yola çıkarak diyebiliriz ki, askerlerin birçoğu George Bush’u sevmiyor birçoğumuz gibi ve onu “ilkel dürtüleriyle hareket eden birisi” olarak nitelendiriyorlar. Bu nitelendirme bana, Adolf Hitler’in orman kanunlarına riayet ettiğini söyleyenleri hatırlatıyor. Aradaki tek fark ise Bush’u değerlendirenlerin kendi emri altındaki askerler oluşu fakat Hitler’i bu şekilde suçlayanların anti-nazizmi savunuyor oluşlarıydı. Bu noktada çıkar ilişkileri giriyor devreye, özellikle günümüzde sıkça rastladığımız, güç kimdeyse onun için çalışırım mantığı yani ahlaki değerlerin hiçe sayılması.

Örtülü Gerçek’te gösterilen bölüğün başlıca görevi, kontrol noktasından geçen araçları denetlemek. Buradaki dur ihtarını dinlemeyen araçlar bir anda taranabiliyor ve içlerindeki siviller sorgusuz sualsiz öldürülüyor. İhtara kulak asmayanların içinde doğum yapmak üzere olan, hemen hastaneye yetiştirilmesi gereken bir kadın olması yada çok ağır durumda bir hastanın olması da durumu değiştirmiyor. Kayıtlara göre, bu kontrol noktasında 24 ayda 2000 sivilin öldürüldüğü ve sadece 60'ının gerçekten asi yada suçlu (ABD normlarına göre suçlu) olduğu ortaya çıkmış. Haksız yere vurulan 1940 sivil için ise hiçbir asker sorumlu tutulmuyor ve yargılanmıyor. Filmin esas öyküsü ise, bir gece bir evin sebepsiz yere basılması, 15 yaşındaki bir kıza tecavüz edilmesi ve ev halkının da öldürülmesini konu alıyor. Bu olayın sebebi olarak ise, ev halkının direnişçi olduğu ileri sürülüyor. Filmde gösterilenler Irak’ta yaşananların belki milyonda biri, Amerikan’ın işgalin ilk yılından beri uyguladığı zulmün, vahşetin sadece bir perdesi, fakat olayın boyutları hakkında gerçek bir fikir edinmemize yardımcı olacak nitelikte. Sebepsiz yere öldürülen, işkence edilen insanlar hakkında hiçbir sorgulamaya tabi tutulmayan, tutulsa bile cezalandırılmayan-aklanan Amerikan askerini gözler önüne seriyor. Keyfi uygulamalara nasıl kılıflar uydurulabileceğini daha net anlıyoruz bu görüntülerin ardından. “Biz Iraklıları Saddam’ın zulmünden kurtardık, onlara demokrasi getirdik” deme yüzsüzlüğünü kendinde bulan bir güruhun maskesini düşürmeyi amaçlayan bir film. Medyanın gösterdikleriyle yetinme gafletine düştüğümüzde nasıl yanılabileceğimizi açıkça gösteriyor. Türk televizyonlarında Irak ile ilgili yapılan haberlere bakıldığında, bizler yine de şanslıyız, çünkü Amerikan halkı Irak’ta yaşanılanlar hakkında doğru düzgün bilgilendirilmiyor ve genelde haber bültenlerinde Irak ile ilgili görüntülere hiç yer verilmiyor, sadece yazılı metinlerin okunduğu kısa haberlerle, halk, -güya- haberdar ediliyordu. Haber alma özgürlüğünün ne denli önemli bir hak olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Kişi, öğrenmek istediği konu hakkında gerçek ve doğru haberi, belgeleri, görüntüleri araştırıp bulmalıdır. Gözümüzü gerçeklere kapatıp, olanları yok sayıp yada “masumane” bir deyişle içim kaldırmıyor deyip bu tip yapımlardan yüz çevirirken diğer yandan da “ben de bu dünyada yaşıyorum, ben de bu coğrafyanın bir parçasıyım” deme hakkını kendimizde görmemiz büyük bir çelişki olacaktır. Brian de Palma’ya ve onun gibi, gerçekleri gözler önüne sermekten çekinmeyen diğer yönetmen ve yapımcılara büyük bir teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

bronzlaştıran çorba


Her ne kadar kendimi zorlasam da, bu türlü efsane reçetelerin faydalı olabileceğine bir türlü inanmadım bugüne dek. Fakat aile bireyleriyle yaptığım istişareler üzerine kafamda bazı “belki”ler ve “acaba”lar oluştu. Bir televizyon kanalında Ender Saraç’ın verdiği bu çorba tarifi üzerine, teyzemin “faydası olabilir belki de” deyişi, daha sonra da ablamın “olur mu hiç öyle şey demesi” iki ayrı yönde fikre sevketti beni. Her ne kadar “yıllardır mütemadiyen kahve içiyorum, yenilen içilenin ten rengine bir katkısı oluyorsa benim kararmam gerekmez miydi??” desemde balkabağının ve çorbaya katılan diğer renkli malzemelerin sebze olduğunu göz önünde bulundurarak belki de etkisi vardır demekten kendimi alamadım. Birkaç ay sonra yaza merhaba diyeceğimiz için bahara böyle bir tarifle başlamak hoş olur diye düşündüm. Bronzlaşmak yönünde bir fayda görmesek bile en azından değişik bir tat denemiş oluruz diyorum ve çorbanın tarifine geçiyorum.

Malzemeler:
1 dilim balkabağı
1-2 adet turuncu dolmalık biber
1 adet havuç
3-4 adet sulu yaz domatesi
2 çorba kaşığı zeytinyağı
Taze kişniş (bulamazsanız maydanoz olabilir)
Hazırlanışı: Bir tencereye 2 çorba kaşığı zeytinyağı, rendelenmiş balkabağı, ince kıyılmış veya rendelenmiş turuncu dolmalık biber ve yine ince kıyılmış veya rendelenmiş havucu koyup hafifçe kavurun.

Yumuşadıklarında içine doğranmış 3-4 adet sulu yaz domatesi koyarak 10-15 dakika kaynatın. (Çorbaya su konulmayacak ) Dilerseniz içine sarımsak da ilave edebilirsiniz. Kaynadıktan sonra üzerine taze kişniş eklenecek.(Taze kişniş yerine maydanoz da konulabilir)

Bu çorba sıcak içilebildiği gibi arzu edilirse ılık veya soğuk da içilebilir.

mahlepli kurabiye ve zencefil çayı


Mahlepli kurabiye
Yarım paket(125gr) margarin, 1 yumurtanın sarısı, 1 paket kabartma tozu, 1 çay bardağı sıvıyağ, 3 çorba kaşığı pudra şekeri, 4 çorba kaşığı yoğurt, bir tatlı kaşığı tuz, 1 tatlı kaşığı mahlep ve un yumuşak bir hamur haline getirilir. Tarifte olmadığı halde, hamura toz zencefil de ekledim, hoş bir koku kattı. Hazırlanan hamur istenilen şekillerde kesilir. Ben kare, daire ve çiçek şeklindeki hamur kesme kalıplarımı kullandım, bazılarına da çubuk şekli verdim. Kestiğimiz hamurlar yağlanmış tepsiye dizilir. Sarısını hamura kattığımız yumurtanın akı da kurabiyelerin üzerine sürülür. İsteğe göre, susam yada haşhaş serpilir. Önceden ısıtılmış fırında 170 derecede pişirilir.

Zencefil-tarçın çayı da kurabiyelerin yanında çok iyi gidiyor. Hazırlanışı da tüm aktarlarda bulabileceğiniz toz haline getirilmemiş kuru zencefil ve çubuk tarçınların üzerine sıcak suyu dökmenizden ibaret. İstenirse karanfil de katılabilir, hoş bir koku ve tat verecektir. Sıcak yada soğuk olarak servis yapılabilir.Tarçın çubuklarını ve zencefili içinde çok fazla bekletmemenizi tavsiye ederim, acı bir tat bırakıyor çünkü.

Afiyet olsun..

fırında kabak


Acilen hafif bir akşam yemeği hazırlamanız gerekiyor ve dolabınızda sebze namına iki adet kabak varsa yapabileceğiniz lezzetli bir yemek. Kabakları yıkayıp, alacalı soyun, küp şeklinde doğrayın. Genişçe bir tavada çok az zeytinyağında kızartın. Tamamen kızarmalarına gerek yok, hafifçe pişmeleri yeterli. Kabakları bir fırın kabına yada borcama alın, tuzunu ekleyin, üzerini kaplayacak kadar rendelenmiş kaşar peynirini kabakların üzerine yayın, nane ve pulbiber de serpilebilir. Kaşar peyniri iyice eriyene kadar fırında pişirin. İstenirse yoğurtla da servis yapılabilir.

Not: Kabak sayısı kişi sayısıyla doğru orantılı olarak arttırılabilir. 2 kabaktan yapıldığında 2 kişilik bir yemek elde ediyorsunuz.

şimdi reklamlar..


Kiminin özgürlüğü, ölümü olurmuş.. Zavallı balığın akibeti de bu olsa da, yine de güzel birşey özgür olmak.. Reklamcılık sektörünün altın çağını yaşadığını düşündüğüm şu son yıllarda cidden çok güzel reklamlar yapılır oldu. Akvaryumundan kaçıp Japonya’ya geri dönmeye çalışan bu japon balığı Florentine Design Group’un bir marketing firması için hazırladığı afişten kopup geldi.

Türkiye’de reklamcılığın son 20 yıldaki gelişimini, sınırlarını, beslendiği kaynakları ve de en önemlisi reklamların toplumsal ve politik gelişmelerle nasıl bir etkileşim içinde olduğunu anlamak için görülmesi gereken bir sergiydi 20. yılında Kristal Elma/Türk Toplumuna Reklamlardan Bakmak.. 18-29 Haziran 2008 tarihleri arasında Santralistanbul Enerji Müzesi’nde meraklılarıyla buluştu. Sergi, son dönem gelişmelerini ve bunun reklamlara yansımasını çok güzel özetlemiş. Bilgi Üniversitesi’ne de bu tür etkinliklere önayak olduğu için bir kez daha teşekkür etmek gerek.

çikolata eczanesi


Siz de mi canı çikolata çekip de yiyemediğinde hastanelik olanlardansınız?? Bu kadar abartmayalım tabii, hastanelik olmak biraz ağır kaçtı ama yine de çikolata krizi hafifsenecek birşey değildir, ihmale gelmez. Chocolate Pharmacy (Çikolata Eczanesi) çok orijinal bir fikir, kitap ismi olabilecek kadar ilginç bir isme sahip bence. İngiltere’de Bath şehrinde üretim ve satış yaptığını tahmin ettiğim çikolatacı oldukça ilginç, orijinal ve lezzetli ürünlere sahip. Sunumu da çikolataları kadar özel; üzerinde chocolate pharmacy yazan kutuların etrafında prospektüs ve yan etkilere de yer verilmiş. Yan etkilerinin içinde, bağımlılık yapabilir tarzı ifadeler yer alıyor. Kutunun içinde ise aspirin tableti şeklinde bitter çikolatalar yer alıyor. Türkiye’de satışı yok henüz, fakat çok krize girerseniz internet üzerinden sipariş verip, kargo yoluyla çikolatalarına kavuşabilirsiniz. Görüntü kadar lezzet de harika, ayrıca güvenilir olduğunu da düşünüyorum. İçindekileri incelediğimde şüpheli bir malzemeye rastlamadım, malumunuz yurtdışından alınan çikolatalar konusunda en büyük sıkıntımız içerdiği yağlar ve katkı malzemeleridir. Beni bu güzel lezzet ve ilginç fikirlerle tanıştıran Hale’ye teşekkürler..



Raketler, kuş yuvası, kelebekler de diğer hoş seçenekler arasında. Bizim de evde kolayca uygulayabileceğimiz fikirler veriyor Chocolate on Chocolate http://www.thechocolatepharmacy.co.uk/. Pasta malzameleri satan mağazalarda kolayca bulabileceğimiz çikolata kalıplarına döktüğümüz eritilmiş bitter, sütlü yada beyaz çikolataları bu kalıplara dökerek, üzerine de hayalgücümüzden bir parça serperek harika sonuçlar elde edebiliriz.

yalancı tiramisu


Yalancı su böreği, yalancı baklava oluyor da yalancı tiramisu neden olmasın. Buradaki yalancıdan kastımız, “kolay” ile eşdeğerde. “Yalancı” ev hanımları literatüründe bu tarz kolaya kaçılan mamuller için kullanılan bir sıfat. Kolay dediysek daha az lezzetli olduğunun düşünülmesini istemem, bence kolay tiramisu, gerçeğinden çok daha lezzetli ve hafif. İlk önce kremasını hazırlıyoruz: 2,5 su bardağı (500ml) süt, 5 çorba kaşığı toz şeker, 2 çorba kaşığı mısır nişastası muhallebi kıvamında karıştırılarak pişirilir, ocağı kapattıktan sonra yarım paket labne peyniri kremaya karıştırılır. Krema piştiği esnada bir büyük fincan nescafe hazırlanır ve pasta kekinin alt tabanına güzelce yedirilir, pişirilen krema alt tabana yayılır, isteğe bağlı olarak dövülmüş fındık yada muz iki kekin arasına dizilir. Kekin üst katı da konur ve kalan krema ile tüm kek kaplanır. Son olarak pastanın üzerine kakao elenir ve istenildiği gibi süslenir. Afiyet olsun..

kolay baklava


Kolay ve pratik olan varken neden zoru seçelim ki, diyerek tekrar yine işe koyuluyoruz. Baklavanın da kolayı olur muymuş demeyin, oluyor. Hazır baklava yufkası bence çağın en büyük buluşlarından birisi. Ramazan dolayısıyla çoğu markette ve yufkacıda bulabileceğiniz hazır baklava yufkalarıyla, çeşit çeşit tatlı yapmak mümkün. Tırtıl tatlısı bunlardan sadece biri… Tırtıl tatlısı lezzetli olduğu kadar pratik de. Baklava yufkalarından bir tanesinin üzerine kenarından 2cm kalacak şekilde oklavayı yerleştiriyoruz. Dövülmüş cevizi şerit halinde serptikten sonra yufkayı oklavanın etrafına doluyoruz, daha sonra yufkayı iki tarafından büzerek oklavadan çıkarıyoruz ve önceden yağlanmış tepsiye yerleştiriyoruz, bütün yufkalar için aynı işlemi yaptıktan sonra üzerinde 170C’de önceden ısıtılmış fırında yaklaşık yarım saat pişiriyoruz. Bu esnada, 5 bardak şeker ve 5 bardak su kaynamaya başladığında bir dilim limon atılarak, şerbeti hazırlanır. Ilık şerbet soğumuş tatlıya yedirilir. 1-2 saat sonra tatlımız servise hazır. Tatlının hazırlık aşamasında, en çok dikkat edilmesi gereken husus, yufkaların kurumadan sarılması. Çünkü baklava yufkası, paket açıldıktan sonra çok çabuk kuruyor. Baklava yufkasıyla diğer baklava çeşitlerini de deneyebilirsiniz.

felafel house


Son 1 seneyi felafel sayıklayarak geçirdiğimi duymayan kalmadı herhalde yakın çevremde. Fakat nasıl olduysa hiçbirşey derdime derman olamadı. Taa ki geçen gün google’da felafel tarifi aramayı akıl edene kadar.. Sonra anladım ki insan birşeyi gerçekten istediğinde bulabiliyor ancak.. Tarifi tabii ki portakalağacı’nda buldum. Sonra aramalarıma daha bir hız kazandırdım ve Felafel House çıktı karşıma. Bir ton gazete, internet sitesi gidip görmüş, keşfetmişken, bu kadar elimin altında olan bir yeri görememiş olmak şaşırttı beni tabii.. Taksim’de Simit Sarayı’nın solundan Talimhane’ye giden yola saptığınızda hemen solda küçük bir restoran Felafel House.. Filistinli bir aile işletiyor. Oldukça şirin, sıcak bir yer.. Felafelin ardından ikram ettikleri kakuleli arap kahvesi ise beni benden aldı…
Gelelim felafele.. Felafel nohut ezmesinden yapılan bir çeşit sebze köftesi, inanılmaz lezzetli, doyurucu bir yemek. Humus, tabbule, ful ve pideyle servis ediliyor. Tanışmamız geçen sene bu zamanlara denk geliyor. O kadar sevmiştik ki birbirimizi İngiltere’den kutu kutu felafel taşıma girişimim bile olmuştu, başarısızlıkla sonuçlansa da.. Lübnan mutfağı gerçekten çok zengin ve İstanbul’da oldukça az sayıda yer var, bu tatları bulabileceğimiz. Ama şuna inanıyorum, hasret gerçekten insanları daha maharetli kılıyor. Nasıl ki İstanbul’da birkaç yerin künefesi Hatay’da yenenden bin kat güzel olduğu gibi, felafel gibi birçok Lübnan-Arap yemeği de Avrupa’nın birçok yerinde çok daha güzel yapılıyor ki en iyi felafelin İspanya’da yapıldığına dair bir duyum aldım..
Yeni hayalim İstanbul’da Şam baklavası yapan-satan bir yer bulmak. Bilen varsa parmak kaldırsın!!

intiharın genel provası

İntiharın Genel Provası, Sırp oyun yazarı Duşan Kovaçeviç tarafından yazılmış. Oyuncular, Bora Seçkin, Serhat Mustafa Kılıç, İbrahim Can ve Bennu Yıldırımlar...

Oyun genel olarak güzel.. Fakat çoğu uyarlama oyunda olduğu gibi, kültürler arası farklılıklardan kaynaklanan bir adaptasyon sorunu var. Slav kültürü bize ne kadar uyarsa işte..
Oyun hakkında fazla birşey söylemeyeceğim. Gidip görmenin bir zararı olmaz.. En sevdiğim kısmıysa oyunun sonunda hikayenin seyrinin değişmesi oldu. Hoş bir sürpriz oluyor.

Oyundan ziyade, sahne tasarımı, ışık oyunları beni ziyadesiyle cezbetti. Oyun başladı ve "evet, bunu yapabiliyoruz demekki biz de" dedirtti bana. Bu işi bu kadar ilerlettiysek, Notre Dame de Paris neden gelip oynamasın bizim tiyatrolarımızda da diye düşündüm.. Işık oyunları gerçekten görmeye değerdi. Sanki Kafka'nın bir romanı karikatürize ediliyormuş hissine kapıldım bir süre..

Fakat yine de Muhsin Ertuğrul'un yeni binasının acuzeliğine değinmeden edemeyeceğim. Bu kadar masraf yapıldığına değdi mi diye düşünmeden edemedim. Çok fazla artısı olmayan bir bina olmuş. Eskisinden çok farkı yok. Olan artılar da değerlendirilmemişti zaten. Çevre düzenlemesi tamamlanmadan bina kullanıma açılmış. Gereksiz yere, yüzlerce metre yol yürüdük, birkaç taş yerine yerleştirilmemiş diye. Oyundan sonra, çıkışta, daire kapısından daha küçük bir kapıdan yüzlerce kişi çıkmaya çalıştık. Sırf diğer kapılar kapalı diye.. İçerisi gerektiğinden fazla sıcaktı. Vesaire vesaire.. Bu tarz şikayetler, konfor düşkünlüğü yada şımarıklık olarak görülebilir fakat bir iş yapıldığında, ciddi bir mesai harcandığında, insan bunun yansımalarını görmek istiyor. Haksız mıyım?




17 Mart 2010 Çarşamba

istanbul modern

İstanbul Modern'de halen devam etmekte olan iki sergi var ilgimi çeken.
Biri, "Gelenekten Çağdaşa"
Gezerken zihnimde şu cümleler dönüyordu. Modern sanatın da geleneksele ihtiyacı var. Mesela hat sanatı, birçok objenin üzerinde çok hoş, gizemli ve farklı görünüyor. İslam'la uzaktan yakından ilgisi olmayan insanlar bile bunu düşünüyor şu günlerde. Fakat tabii ki doz aşımı olduğunda yada anlamsız şeyler yapıldığında bu da manasız bir şeye dönüşebiliyor yada içi boşaltılmış bir geleneksel sanat anlayışına sebep oluyor. Sergide böyle bir durumla karşılaşmamak beni mutlu etti.
Küratörlüğünü Levent Çalıkoğlu'nun yaptığı Gelenekten Çağdaşa sergisi 23 Mayıs'a kadar gezilebilir. Sergide öne çıkan isimler Balkan Naci İslimyeli, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İnci Eviner, Ergin İnan, Erol Akyavaş...

"İçimizdeki Zaman" fotoğraf sergisi Türkiye, Yunanistan ve Rusya'dan fotoğrafçıların eserlerinden oluşuyor. Benim favorim Peter Lovigin.



Tüm bunlara rağmen İstanbul Modern denince gözümde ilk canlanan görüntü kütüphanesi oluyor yine de. Hayalimdeki tavan tasarımı!!!!
Gökyüzünde asılı duran kitaplar.......


oyuncak sokaklar

Bir şehrin güzelliği ara sokaklarından belli olur. Üsküp de böyle bir yer işte benim için.. Saatlerce ağzım açık dolaşabileceğim müthiş sokakları olan bir şehir.. Şirin sokaklarında Osmanlı esnaflarını andıran küçük dükkanların tek kötü yanı günün büyük bölümü kapalı oluşlarıydı. Çoğu dükkan sahibi öğleden sonra 3-4 gibi kepenklerini indiriyor. Turistlere de uzaktan bakakalmak düşüyor.. Yazınca farkettim, turist kelimesi biraz eğreti kaçıyor Üsküp'e giden Türkler için. Çünkü oradayken, Anadolu'nun bir kasabasında geziyormuş hissi en yoğun yaşadığım duyguydu..




prizren..

Gidip görüp aşık oluşumun üzerinden 2 yıl da geçse, 22 yıl da geçse pek değişen birşey olacağını sanmıyorum. Ben bu Prizren'i seviyorum. Ve hala özlüyorum. Demişlerdi ki, oradaki bir çeşmeden su içenin yolu illa ki tekrar Prizren'e düşermiş.. Bakalım kısmet ne zamana.. Fakat bu rivayetin, Bosna ve Edirne için de söylene geldiğini işittim. Demek ki güzel olan ve suyun bol olduğu çoğu yer için bu tarz rivayetler mevcut. Fakat ben inanmaya devem edeceğim.

Güzel ötesi bir yer burası.. İnsanları güzel, evleri güzel, suyu güzel, dergahları güzel, dondurması, yemekleri , camileri, dereleri, bu liste böyle uzar gider... Küçücük, kirlenmemiş, sevecen bir kasaba.. Halkın büyük çoğunluğu Türk yada öyle hissediyor kendini. Öyle ki, bizimle şakır şakır Türkçe konuşan 6 yaşlarında bir çocuğa "sen Türkçe'yi nerede öğrendin" diye sorduk. Aldığımız cevap pek latifti. "Abla, ben doğdum Türkçe konuşuyordum" diye o şirin aksanıyla cevap vermişti bize.. Bir diğerineyse "Arnavut musun, Türk müsün" diye sorma gafletinde bulunduk ki, onun cevabı önce hoşumuza gitti, sonra da düşündürdü bizi, bizim çocuklarımızda bu bilinç neden yok diye.. "Burada Arnavut, Türk diye birşey yok; biz Osmanlı'yız.." Ya biz neyiz...?

Velhasılıkelam Prizren yaşanası bir yer.. Birgün tası tarağı toplayıp başka biryere taşınmaya karar verirsem listemde ilk sıralarda yer alıyor Prizren.. Tek bir kusuru var. Evlerde su yokmuş. Duyduğumuzda çok şaşırdık. Her köşe başında birer çeşme var, insanlar gelip oradan su taşıyormuş evlerine.. Çeşmelerin çok oluşunun bir sebebi de bu olsa gerek.. Neyse, olsun, ben taşınana kadar evlere su da bağlanır belki, kimbilir..