31 Ekim 2010 Pazar

patlıcanlı bulgur pilavı


Annemin pişirdiği pirinç pilavını bembeyaz haliyle yemeyi seviyorum. Fakat kendim pişireceğim vakit; pirinç yada bulgur farketmiyor; illaki pilavımın rengarenk olmasını istiyorum. Bir sürü baharat, sebze vesaire, pilavın içinde olmayacaksa tencereye elimi bile süremiyorum. Hal böyle olunca bugün sebzeli bir pilav yapmak istedim ve portakal ağacı'na başvurdum öncelikle. Buradaki sebzeli pilavı kendimce modifiye ederek patlıcanlı bulgur pilavı ortaya çıktı.

Malzemeler:
1 adet kuru soğan
2-3 sivri biber
3-4 yemek kaşığı zeytinyağı
3 adet domates
2 büyük patlıcan
1 kase bulgur
2,5 kase kaynamış su
tuz, nane, kırmızı pul biber, karabiber, kuş üzümü, kimyon

Soğanları ve sivri biberleri zeytinyağında kavuruyoruz. Ardından, doğramış olduğumuz patlıcanları ve domatesleri tencereye ilave edip, 5 dakika pişiriyoruz. Kaynamış suyu da ekledikten sonra 5 dakika boyunca malzememizi pişiriyoruz. Son olarak yıkanmış bulguru ilave edip, tuzu ve baharatları da ekliyoruz. Suyunu çektikten sonra ocağı kapatıp, tencerenin kapağının altına kağıt havlu koyarak 5-10 dakika pilavımızı bekletiyoruz. Servise hazır...

14 Ekim 2010 Perşembe

karamelli patlamış mısır



Soğuk kış gecelerine adım adım yaklaştığımız şu zamanlarda favorim, patlamış mısır.. Acı biberlisi, kekik-nane ve bilimum baharatla tatlandırılmışı; çok tasvip etmesemde gıda boyasıyla pembe-mavi-yeşil gökkuşağı olanı.. Vee tabii ki karamellisi..1000 yılın buluşu karamel; bir sos bu kadar mı yakışır keke, pastaya, kahveye vee patlamış mısıra...
Karamelli patlamış mısırın birçok yapılış biçimi var. Ben biraz detaylı olanını seçtim. Fakat sonucun hoş olacağına inanıyorum... Evet kolları sıvadım!

1- İlk önce mısırı patlatıyoruz. İstenilen ölçüde mısır (1/3 yada 1/4 su bardağı 3-4 kişi için genellikle uygun oluyor) ve 2 çorba kaşığı ayçiçek yağını tencerede patlatıyoruz. Zeytin yağı yada fındık yağını denememenizi öneririm, tadı ağır oluyor..

2- Patlayan mısırları, bir tepsi yada borcama alıyoruz. (Altına fırın kağıdı sermenizi öneririm) Mısırların üzerine ufak ceviz ve fındık parçalarını ve hindistan cevizini serpiyoruz. Karıştırmaya gerek yok.

3- Dİğer yandan, başka bir tencereye 1 su bardağı toz şeker (esmer şekerle daha iyi sonuç alınıyor), 1 çorba kaşığı tereyağ, 1 tatlı kaşığı bal ve 2 çorba kaşığı suyu koyuyoruz. 8-10 dakika karıştırarak kaynatıyoruz. Ocağı kapattıktan sonra yarım tatlı kaşığı kabartma tozunu ve yarım tatlı kaşığı tarçını ilave edip karıştırıyoruz.

4- Elde ettiğimiz karameli önceden hazırladığımız mısırların üzerine döküp, 160 derecede önceden ısıtılmış fırında yaklaşık 40 dakika pişiriyoruz.

Daha sonra oda sıcaklığında servis yapıyoruz.
Servis önerisi: karamelli siyah çayla birlikte muhteşem olabilir.. :)

22 Eylül 2010 Çarşamba

hoşgeldin bıdık!

Teyze olmak güzel olduğu kadar -eğer bu işlerle ilginiz-alakanız ve birazcık olsun beceriniz varsa- meşakkatli de.. "Hoşgeldin bebek!" temalı aparatların hazırlanmasından bahsediyorum.. Yeğenim için 3 ay önce hazırladığım ve devamının muhtemelen geleceğini hissettiğim bebek şekerlerinin fotoğrafını aşağıda görebilirsiniz..



Bebek şekeri hazırlamanın bu kadar eğlenceli olabileceğini ben bile kestirememiştim en başta.. Şimdiyse bağımlılık yaptı diyebilirim :) Hatta günün birinde nikah şekerlerimi de kendim hazırlamayı düşünüyorum. -Bir ilke imza atacak olduğumu bile bile- Bu tarz şeyleri kendiniz tasarladığınızda hem farklı-orijinal şeyler yapabilme imkanı buluyorsunuz; hem de ciddi bir tasarruf oluyor.

Bebek gelir de lohusa şerbeti yapılmaz mı!! Bence cidden müthiş bir gelenek. Osmanlı menşeli şerbetler zaten başlı başına bir gurme kültürü oluşturabilir bence.. Lohusa şerbeti de bunlardan biri. Lezzetli, renk açısından çok albenili; bir de bunlar için güzel bir sunum hazırladığınızda ortaya gerçekten hoş bir görüntü çıkıyor.
Şerbet için hazırladığım bardakların dolu görünümünün fotoğrafını çekme fırsatım olmadı. Fakat kırmızı süslerle bezenmiş bardaklarda şerbetin görünümü oldukça hoştu..



Bu süsleri bardaklardan çıkardıktan sonra da peçetelik olarak kullanabilirsiniz..

2 Nisan 2010 Cuma

taşın belleği: Mardin



Mardin için boşuna "büyülü kent" denilmemiş.. Şehre girdiğiniz anda insanı sarıp sarmalıyor taşın büyüsü.. Adı "eski şehir" olarak geçen kısmı, tamamiyle bir açık hava müzesi görünümünde. "Burası neymiş hadi gezelim" dediğim çoğu yerin biraz yakından baktığımda avlusunda çamaşır asılı olan evler olduğunu görüyorum. Evler birer hazine değerinde. Acaba içinde yaşayan insanlar bunun farkında mıdır diye düşünmeden edemiyorum.. Bunun yanı sıra çoğu eski konak otele çevrilmiş. En güzelleri Erdoba Konakları ve Artuklu Kervansarayı.. Birilerinin bir zamanlar buralarda yaşamış olmasına hayretle bakıyorum. Ferah avlular, taş duvarlar, muhteşem oymalar... Tek dezavantajları çıkmakla bitmeyen merdivenleri... Camiler ve medreseler en göze çarpan yapılar arasında. Ulu Cami ve Melik Mahmut (Bab es Sur) camileri benim favorim.. Medrese denince de akla ilk olarak Kasimiye Medresesi ve Hatuniye (Sitti Radviye) Medresesi geliyor.. Medreselerin mimarisi üç aşağı beş yukarı aynı. Avlularında mutlaka bir havuz bulunuyor. Havuzların yapılış amacında suyun dinlendirici ve serinletici özelliği de önünde bulundurulmuş. Aynı zamanda Hatuniye Medresesi'ndeki havuza akan çeşmenin iki derslik arasına yapılmış olmasındaki amaç ayrı dersliklerden birbirine ses gitmesini önlemek içinmiş. Medreselerin mimarisinde simetri de göze çarpan başka bir detay.. Bunu da, "bu dünyada ne yaparsan ahirette de karşılığını aynı şekilde alacağın anlamına geliyor" şeklinde açıklıyor küçük rehberimiz. Mardin'e turla gitmemiş olmak hiçbirşey kaybettirmiyor. Çünkü adım başı yaşları 12-16 arasında değişen rehberler bulmak mümkün. Düğmesine basılmış gibi anlatmaya başlıyorlar yapıların tarihlerini, hikayelerini..



Mardin'de insanlar saygılı, misafirperver, yemekler güzel, havası temiz.. Güneydoğu'ya ve insanına karşı biraz olsun önyargınız varsa hepsi silinip gidiyor.. Yıllarca o topraklarda terörün kol gezdiğine inanamıyor insan..





Dar sokakların çoğunda "abbara" denilen kemerler var. Abbaralarda ne kışın soğuğu, ne de yazın kavurucu sıcağı hissediliyor..







Mardin'de kapı tokmaklarına özellikle dikkat edin denilir. Gördüğüm en orjinal kapı tokmağı Hatuniye Medresesi'ndeki bu tokmak.. İnce ses çıkaran kapı tokmağı gelenin kadın olduğunu, kalın ses çıkaran tokmak ise kapıyı çalanın erkek olduğunu belirtiyor. Bu tokmakta ise çok zarif bir kadın eli bu ince düşünceyi tamamlıyor..

Elbette anlatılabilecek binlerce detay var Mardin'e dair.. Binlerce yıl, birçok medeniyete ev sahipliği yapmış.. En güzel eserleri de Artuklular bırakmış ve ardından gelenler de bunu devam ettirmiş.. Halen bu dokuyu bozmamaya çalışıyorlar. Modern çağın gerekliliği sayılabilecek kurumlar, mekanlar da buna uyum sağlamaya çalışmış. Görülebilecek en güzel PTT binası Mardin'de bana sorarsanız. Eski bir konak PTT'ye ev sahipliği yapıyor ve taş işçiliğiyle Telekom yazmışlar mesela.. Yada başka bir binada, küçük bir büfede taş kabartma Algida yazısına da rastlamak mümkün.. Elbette koca bir şehrin, binlerce insanının taş konaklarda yaşaması mümkün değil. Toplu konutlar, yüksek apartmanlar da var ama eski şehrin 15 dakika uzağında yeni şehir denilen yerde. Mardin'e gidildiğinde oraya fazla bulaşmamak gerek. Sadece, kebap ve kaburga dolması yemek için Selim Usta'ya gidip, tekrar taş kokan sokaklara dökmek isabetli olur. Kebap demişken, üzerine mırra yada menengiç kahvesi içmekte fayda var.. İçmeden dönmedim demek için.. Mırra benim damak tadıma pek uymuyor, fazla acı.. Menengiç kahvesi de sütle yapılan bir kahve, bir süre sonra çok fazla süt tadı vermeye başlayıp kahve olmaktan uzaklaştığı için ben pek sevemedim. Kakuleli kahveyi ikisine de değişmem..
Mardin'de beni mutlu eden bir diğer bir şey de kültür-sanat alanındaki zenginlik oldu. Dilek Sabancı Kent Müzesi ve Sanat Galerisi gezilmeye değer.. Eski çağlardan bugüne Mardin'i tanıma şansı veriyor kent müzesi. Sanat galerisinde ise Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun eserlerini görmek beni ziyadesiyle şaşırttı. İstanbul'dan kalkıp Mardin'e gidiyorum ve karşımda en sevdiğim ressamlardan birinin resimleri.. Yakında Picasso'yu da Mardin'e götürürlerse şaşırmam..



Mardin'e kadar gelmişken Midyat'a gitmeden olmaz.. Mardin'den Midyat'a doğru yola çıkıldığında yaklaşık 20dakika sonra Deyrul Zaferan Manastırı'na ulaşıyorsunuz. Zaferan, safran manasına geliyor; civarda çok fazla safran otu yetiştiği için bu ismi almış. Midyat ve çevresi daha çok Süryani halktan oluşuyor. Hatta Midyat Süryaniliğin merkezi olarak kabul ediliyor. Süryani lideri olan metropolit de bu topraklarda bulunuyor. Midyat merkezde de manastırlar ve camileri iç içe görüyorsunuz. Halk da aynı şekilde iç içe.. Aralarında hıristiyan-müslüman gibi bir ayrım yok.. Birbirlerine kız alıp verecek kadar yakınlaşmış mıdırlar onu bilemiyorum fakat medeniyetler buluşması denen şeyi ziyadesiyle gerçekleştirdiklerine inanıyorum yüzyıllardır..
Midyat'ın en göze çarpan binalarından biri olan Devlet Konuk Evi, Sıla'nın çekildiği mekan olarak tanınıyor ve gerçekten çok güzel ve ihtişamlı bir yapı..
Midyat'ın da halkı Mardin gibi çoğunlukla Araplar'dan oluşuyor. Hatta öyle ki yol sorduğumuz çoğu insanla Türkçe anlaşmamız mümkün olmadı. Mardin'de ise Araplar çoğunlukta olmasına rağmen, Türkçeleri oldukça düzgün..



Midyat'tan Hasankeyf'e geçiyoruz. Şimdi tüm buralar sular altında mı kalacak diye hayıflanarak.. Hasankeyf apayrı bir dünya. Dağın üzerinde yer alan binlerce mağara var ve 20 yıl öncesine kadar insanların buralarda yaşadığını öğrendiğimizde çok şaşırıyoruz.Resimde görünen yıkık köprü ise Anadolu'da yapılan ilk köprü olarak biliniyor. Hasankeyf'te de kaymakamlıktan sertifikalı, lise son öğrencisi rehberimiz bize eşlik ediyor. Ders çalışmadığı zamanlarda buraya gelip harçlığını çıkartıyormuş. Tam bir tarih aşığı ve turizm otelcilik okuyup zaten iyi yaptığı rehberlik işine devam etmek istiyormuş..



Hasankeyf tam bir doğa harikası..



Son durağımız Urfa.. Urfa peygamberler diyarı olarak biliniyor. En çok Hz. İbrahim'le anılıyor olsa da Hz. Yakup, Hz. Eyyup, Hz. Yusuf, Hz. Lut, Hz. Elyesa, Hz. Şuayb ve Hz. Musa(a.s)'ın memleketi olduğunu da öğreniyoruz..
Hz. İbrahim'in doğduğu mağara, İbrahim Halilullah Camii, Balıklı Göl ilk akla gelen yerler.. Bolca çarşı var, Kapalıçarşı sevenler Bedesten (Kazzaz) Çarşısı'nı ve Sipahi Han'ı da çok seveceklerdir. Mardin gibi Urfa da tam bir gümüş cenneti.. Bakır ustalarının da hakkını yememek lazım elbette.. Ve tabii ki baharatçılar.. Urfa'ya gidip de pul biber almadan dönmek olmaz, bir de nar ekşisi.. Nar ekşisi şişeleri ise birer tasarım harikası: buralarda marketlerde satılanlar gibi pıt pıt akmıyor, çünkü bolca koymayı seviyorlar salatalara Urfalılar, bizim Kemal Kükrerler gibi aksa kafayı yerler herhalde...
En çok ilgimi çeken şeylerden biri de halkın renkliliği oldu. Kadın-erkek herkes mor baş örtüsü takıyor. Mordan da öte, lila başörtüleri var herkesin. Sıcaktan korunmak için poşu takan doğu insanına alışkındım fakat lila başörtüler -özellikle erkeklerde- beni benden aldı, gerçekten çok eğlenceliler..

Urfa ve Mardin çevresi bu kadarla sınırlı değil tabii ki.. Fakat zamanınız kısıtlıysa bu kadarıyla yetiniyorsunuz ve geri kalanını bir dahaki sefere erteliyorsunuz.. İdeal bir Güneydoğu turu bunlara ilaveten Halfeti, Nemrut, Harran, Nusaybin, Dara'yı da içermeli "en azından"....

MAREV'in yayınladığı "Binyılların Tanığı-Mardin ve Çevresi Gezi Rehberi/Çiğdem Maner"
Azer Bortaçina'nın "Kültürün Gerçek Tanığı-Güneydoğu Anadolu"
ve Boyut Yayınları'ndan çıkan, Sevan-Müjde Nişanyan'ın hazırladığı "Ankara'nın Doğusundaki Türkiye" böyle bir gezi için ideal yol göstericiler ve tabii ki GPS :)

1 Nisan 2010 Perşembe

home-made

Bunlar da benim home-made mutluluk elçiliği çalışmalarım :)







it's a girl!!! "boy" versiyonu da var tabii ki, vakti geldiğinde :)

mutluluk elçisi

Fikir üretemiyorsan yetenek hiçbir şeydir.
Ve varolan yeteneği-fikri de faydaya çevirebiliyorsam değmeyin keyfime..
Burada faydadan kastım, iş-para olabilir, kendini ve etrafı mutlu etmek olabilir....
Bunu paraya çevirenler var. Aferin onlara.. Onlar para, biz de mutluluk-keyif ve mutlu etme gibi faydalar sağlıyoruz bu işten.
Uzun lafın kısası, caramelistanbul diye bir site buldum, uzun zaman önce. Fakat şimdi fırsat bulabildim yazmaya.. İlginç hediye seçenekleri sunuyor. Özellikle de bekarlığa veda partilerinde, kınalarda, nişan-düğünlerde davetlilere verilecek türden minik hediyeler. Doğum günlerinde sevgili-eş-arkadaş vesaireye gönderilebilecek kişiye özel hediyeler de var. Buyurun bakın: http://www.caramelistanbul.com/
Mottosu da çok manidar "stil sahibi mutluluk elçisi".







Görüldüğü üzere, benim favorim, şekilli kurabiyeler.. Fakat isme özel nevresim takımları, havlular da görülmeye değer..

23 Mart 2010 Salı

örtülü gerçekler


"Redacted”, usta yönetmen Brian de Palma’nın yazıp yönettiği ve ülkemizde “Örtülü Gerçek” adıyla Şubat 2008'de vizyona giren bir film. Türkçe ismi, tam olarak tercüme edilmemiş de olsa filmin temasıyla bir bütünlük içinde. Yönetmen bu film ile çarpıtılan gerçekleri düzeltmeyi amaçladığından ötürü "Redacted" ismini kullandığını ifade ediyor. Gerçek olaylardan esinlenerek yapılan filmde belgesel nitelikte görüntüler ve fotoğraflara da yer verilmiş. Film, Irak’ta Samarra şehrinde konuşlanmış küçük bir Amerikan askeri birliği üzerinden savaşı, askerlerin davranışlarını ve hislerini sorguluyor. Filmin başlangıcında elinde amatör kamerasıyla arkadaşlarını görüntülemekte olan askerin sözleri oldukça düşündürücü; Irak’a, üniversitede sinema bölümünde okuyabilecek kadar para kazanmak amacıyla geldiğini söylüyor. Birçok askerin Irak’a gelmeye bu şekilde karar vermiş olduğunu göz önüne alırsak, aslında birçoğunun Amerikalı olma bilinciyle yada ordularını desteklemek amacıyla Irak’ta bulunmadığını görüyoruz. 2004 yılında, Micheal Moore tarafından çekilmiş olan Fahrenheit 9/11’de de Irak gerçeğinin bu yönünü görmek mümkün. Irak’ı bir kazanç kapısı olarak gören Amerikan askeri modelinden yola çıkıldığında ABD’nin Irak’taki mevcudiyeti daha bir sevimsizleşiyor gözümüzde.

Filmdeki bazı ayrıntılardan da yola çıkarak diyebiliriz ki, askerlerin birçoğu George Bush’u sevmiyor birçoğumuz gibi ve onu “ilkel dürtüleriyle hareket eden birisi” olarak nitelendiriyorlar. Bu nitelendirme bana, Adolf Hitler’in orman kanunlarına riayet ettiğini söyleyenleri hatırlatıyor. Aradaki tek fark ise Bush’u değerlendirenlerin kendi emri altındaki askerler oluşu fakat Hitler’i bu şekilde suçlayanların anti-nazizmi savunuyor oluşlarıydı. Bu noktada çıkar ilişkileri giriyor devreye, özellikle günümüzde sıkça rastladığımız, güç kimdeyse onun için çalışırım mantığı yani ahlaki değerlerin hiçe sayılması.

Örtülü Gerçek’te gösterilen bölüğün başlıca görevi, kontrol noktasından geçen araçları denetlemek. Buradaki dur ihtarını dinlemeyen araçlar bir anda taranabiliyor ve içlerindeki siviller sorgusuz sualsiz öldürülüyor. İhtara kulak asmayanların içinde doğum yapmak üzere olan, hemen hastaneye yetiştirilmesi gereken bir kadın olması yada çok ağır durumda bir hastanın olması da durumu değiştirmiyor. Kayıtlara göre, bu kontrol noktasında 24 ayda 2000 sivilin öldürüldüğü ve sadece 60'ının gerçekten asi yada suçlu (ABD normlarına göre suçlu) olduğu ortaya çıkmış. Haksız yere vurulan 1940 sivil için ise hiçbir asker sorumlu tutulmuyor ve yargılanmıyor. Filmin esas öyküsü ise, bir gece bir evin sebepsiz yere basılması, 15 yaşındaki bir kıza tecavüz edilmesi ve ev halkının da öldürülmesini konu alıyor. Bu olayın sebebi olarak ise, ev halkının direnişçi olduğu ileri sürülüyor. Filmde gösterilenler Irak’ta yaşananların belki milyonda biri, Amerikan’ın işgalin ilk yılından beri uyguladığı zulmün, vahşetin sadece bir perdesi, fakat olayın boyutları hakkında gerçek bir fikir edinmemize yardımcı olacak nitelikte. Sebepsiz yere öldürülen, işkence edilen insanlar hakkında hiçbir sorgulamaya tabi tutulmayan, tutulsa bile cezalandırılmayan-aklanan Amerikan askerini gözler önüne seriyor. Keyfi uygulamalara nasıl kılıflar uydurulabileceğini daha net anlıyoruz bu görüntülerin ardından. “Biz Iraklıları Saddam’ın zulmünden kurtardık, onlara demokrasi getirdik” deme yüzsüzlüğünü kendinde bulan bir güruhun maskesini düşürmeyi amaçlayan bir film. Medyanın gösterdikleriyle yetinme gafletine düştüğümüzde nasıl yanılabileceğimizi açıkça gösteriyor. Türk televizyonlarında Irak ile ilgili yapılan haberlere bakıldığında, bizler yine de şanslıyız, çünkü Amerikan halkı Irak’ta yaşanılanlar hakkında doğru düzgün bilgilendirilmiyor ve genelde haber bültenlerinde Irak ile ilgili görüntülere hiç yer verilmiyor, sadece yazılı metinlerin okunduğu kısa haberlerle, halk, -güya- haberdar ediliyordu. Haber alma özgürlüğünün ne denli önemli bir hak olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Kişi, öğrenmek istediği konu hakkında gerçek ve doğru haberi, belgeleri, görüntüleri araştırıp bulmalıdır. Gözümüzü gerçeklere kapatıp, olanları yok sayıp yada “masumane” bir deyişle içim kaldırmıyor deyip bu tip yapımlardan yüz çevirirken diğer yandan da “ben de bu dünyada yaşıyorum, ben de bu coğrafyanın bir parçasıyım” deme hakkını kendimizde görmemiz büyük bir çelişki olacaktır. Brian de Palma’ya ve onun gibi, gerçekleri gözler önüne sermekten çekinmeyen diğer yönetmen ve yapımcılara büyük bir teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

bronzlaştıran çorba


Her ne kadar kendimi zorlasam da, bu türlü efsane reçetelerin faydalı olabileceğine bir türlü inanmadım bugüne dek. Fakat aile bireyleriyle yaptığım istişareler üzerine kafamda bazı “belki”ler ve “acaba”lar oluştu. Bir televizyon kanalında Ender Saraç’ın verdiği bu çorba tarifi üzerine, teyzemin “faydası olabilir belki de” deyişi, daha sonra da ablamın “olur mu hiç öyle şey demesi” iki ayrı yönde fikre sevketti beni. Her ne kadar “yıllardır mütemadiyen kahve içiyorum, yenilen içilenin ten rengine bir katkısı oluyorsa benim kararmam gerekmez miydi??” desemde balkabağının ve çorbaya katılan diğer renkli malzemelerin sebze olduğunu göz önünde bulundurarak belki de etkisi vardır demekten kendimi alamadım. Birkaç ay sonra yaza merhaba diyeceğimiz için bahara böyle bir tarifle başlamak hoş olur diye düşündüm. Bronzlaşmak yönünde bir fayda görmesek bile en azından değişik bir tat denemiş oluruz diyorum ve çorbanın tarifine geçiyorum.

Malzemeler:
1 dilim balkabağı
1-2 adet turuncu dolmalık biber
1 adet havuç
3-4 adet sulu yaz domatesi
2 çorba kaşığı zeytinyağı
Taze kişniş (bulamazsanız maydanoz olabilir)
Hazırlanışı: Bir tencereye 2 çorba kaşığı zeytinyağı, rendelenmiş balkabağı, ince kıyılmış veya rendelenmiş turuncu dolmalık biber ve yine ince kıyılmış veya rendelenmiş havucu koyup hafifçe kavurun.

Yumuşadıklarında içine doğranmış 3-4 adet sulu yaz domatesi koyarak 10-15 dakika kaynatın. (Çorbaya su konulmayacak ) Dilerseniz içine sarımsak da ilave edebilirsiniz. Kaynadıktan sonra üzerine taze kişniş eklenecek.(Taze kişniş yerine maydanoz da konulabilir)

Bu çorba sıcak içilebildiği gibi arzu edilirse ılık veya soğuk da içilebilir.

mahlepli kurabiye ve zencefil çayı


Mahlepli kurabiye
Yarım paket(125gr) margarin, 1 yumurtanın sarısı, 1 paket kabartma tozu, 1 çay bardağı sıvıyağ, 3 çorba kaşığı pudra şekeri, 4 çorba kaşığı yoğurt, bir tatlı kaşığı tuz, 1 tatlı kaşığı mahlep ve un yumuşak bir hamur haline getirilir. Tarifte olmadığı halde, hamura toz zencefil de ekledim, hoş bir koku kattı. Hazırlanan hamur istenilen şekillerde kesilir. Ben kare, daire ve çiçek şeklindeki hamur kesme kalıplarımı kullandım, bazılarına da çubuk şekli verdim. Kestiğimiz hamurlar yağlanmış tepsiye dizilir. Sarısını hamura kattığımız yumurtanın akı da kurabiyelerin üzerine sürülür. İsteğe göre, susam yada haşhaş serpilir. Önceden ısıtılmış fırında 170 derecede pişirilir.

Zencefil-tarçın çayı da kurabiyelerin yanında çok iyi gidiyor. Hazırlanışı da tüm aktarlarda bulabileceğiniz toz haline getirilmemiş kuru zencefil ve çubuk tarçınların üzerine sıcak suyu dökmenizden ibaret. İstenirse karanfil de katılabilir, hoş bir koku ve tat verecektir. Sıcak yada soğuk olarak servis yapılabilir.Tarçın çubuklarını ve zencefili içinde çok fazla bekletmemenizi tavsiye ederim, acı bir tat bırakıyor çünkü.

Afiyet olsun..

fırında kabak


Acilen hafif bir akşam yemeği hazırlamanız gerekiyor ve dolabınızda sebze namına iki adet kabak varsa yapabileceğiniz lezzetli bir yemek. Kabakları yıkayıp, alacalı soyun, küp şeklinde doğrayın. Genişçe bir tavada çok az zeytinyağında kızartın. Tamamen kızarmalarına gerek yok, hafifçe pişmeleri yeterli. Kabakları bir fırın kabına yada borcama alın, tuzunu ekleyin, üzerini kaplayacak kadar rendelenmiş kaşar peynirini kabakların üzerine yayın, nane ve pulbiber de serpilebilir. Kaşar peyniri iyice eriyene kadar fırında pişirin. İstenirse yoğurtla da servis yapılabilir.

Not: Kabak sayısı kişi sayısıyla doğru orantılı olarak arttırılabilir. 2 kabaktan yapıldığında 2 kişilik bir yemek elde ediyorsunuz.

şimdi reklamlar..


Kiminin özgürlüğü, ölümü olurmuş.. Zavallı balığın akibeti de bu olsa da, yine de güzel birşey özgür olmak.. Reklamcılık sektörünün altın çağını yaşadığını düşündüğüm şu son yıllarda cidden çok güzel reklamlar yapılır oldu. Akvaryumundan kaçıp Japonya’ya geri dönmeye çalışan bu japon balığı Florentine Design Group’un bir marketing firması için hazırladığı afişten kopup geldi.

Türkiye’de reklamcılığın son 20 yıldaki gelişimini, sınırlarını, beslendiği kaynakları ve de en önemlisi reklamların toplumsal ve politik gelişmelerle nasıl bir etkileşim içinde olduğunu anlamak için görülmesi gereken bir sergiydi 20. yılında Kristal Elma/Türk Toplumuna Reklamlardan Bakmak.. 18-29 Haziran 2008 tarihleri arasında Santralistanbul Enerji Müzesi’nde meraklılarıyla buluştu. Sergi, son dönem gelişmelerini ve bunun reklamlara yansımasını çok güzel özetlemiş. Bilgi Üniversitesi’ne de bu tür etkinliklere önayak olduğu için bir kez daha teşekkür etmek gerek.

çikolata eczanesi


Siz de mi canı çikolata çekip de yiyemediğinde hastanelik olanlardansınız?? Bu kadar abartmayalım tabii, hastanelik olmak biraz ağır kaçtı ama yine de çikolata krizi hafifsenecek birşey değildir, ihmale gelmez. Chocolate Pharmacy (Çikolata Eczanesi) çok orijinal bir fikir, kitap ismi olabilecek kadar ilginç bir isme sahip bence. İngiltere’de Bath şehrinde üretim ve satış yaptığını tahmin ettiğim çikolatacı oldukça ilginç, orijinal ve lezzetli ürünlere sahip. Sunumu da çikolataları kadar özel; üzerinde chocolate pharmacy yazan kutuların etrafında prospektüs ve yan etkilere de yer verilmiş. Yan etkilerinin içinde, bağımlılık yapabilir tarzı ifadeler yer alıyor. Kutunun içinde ise aspirin tableti şeklinde bitter çikolatalar yer alıyor. Türkiye’de satışı yok henüz, fakat çok krize girerseniz internet üzerinden sipariş verip, kargo yoluyla çikolatalarına kavuşabilirsiniz. Görüntü kadar lezzet de harika, ayrıca güvenilir olduğunu da düşünüyorum. İçindekileri incelediğimde şüpheli bir malzemeye rastlamadım, malumunuz yurtdışından alınan çikolatalar konusunda en büyük sıkıntımız içerdiği yağlar ve katkı malzemeleridir. Beni bu güzel lezzet ve ilginç fikirlerle tanıştıran Hale’ye teşekkürler..



Raketler, kuş yuvası, kelebekler de diğer hoş seçenekler arasında. Bizim de evde kolayca uygulayabileceğimiz fikirler veriyor Chocolate on Chocolate http://www.thechocolatepharmacy.co.uk/. Pasta malzameleri satan mağazalarda kolayca bulabileceğimiz çikolata kalıplarına döktüğümüz eritilmiş bitter, sütlü yada beyaz çikolataları bu kalıplara dökerek, üzerine de hayalgücümüzden bir parça serperek harika sonuçlar elde edebiliriz.

yalancı tiramisu


Yalancı su böreği, yalancı baklava oluyor da yalancı tiramisu neden olmasın. Buradaki yalancıdan kastımız, “kolay” ile eşdeğerde. “Yalancı” ev hanımları literatüründe bu tarz kolaya kaçılan mamuller için kullanılan bir sıfat. Kolay dediysek daha az lezzetli olduğunun düşünülmesini istemem, bence kolay tiramisu, gerçeğinden çok daha lezzetli ve hafif. İlk önce kremasını hazırlıyoruz: 2,5 su bardağı (500ml) süt, 5 çorba kaşığı toz şeker, 2 çorba kaşığı mısır nişastası muhallebi kıvamında karıştırılarak pişirilir, ocağı kapattıktan sonra yarım paket labne peyniri kremaya karıştırılır. Krema piştiği esnada bir büyük fincan nescafe hazırlanır ve pasta kekinin alt tabanına güzelce yedirilir, pişirilen krema alt tabana yayılır, isteğe bağlı olarak dövülmüş fındık yada muz iki kekin arasına dizilir. Kekin üst katı da konur ve kalan krema ile tüm kek kaplanır. Son olarak pastanın üzerine kakao elenir ve istenildiği gibi süslenir. Afiyet olsun..

kolay baklava


Kolay ve pratik olan varken neden zoru seçelim ki, diyerek tekrar yine işe koyuluyoruz. Baklavanın da kolayı olur muymuş demeyin, oluyor. Hazır baklava yufkası bence çağın en büyük buluşlarından birisi. Ramazan dolayısıyla çoğu markette ve yufkacıda bulabileceğiniz hazır baklava yufkalarıyla, çeşit çeşit tatlı yapmak mümkün. Tırtıl tatlısı bunlardan sadece biri… Tırtıl tatlısı lezzetli olduğu kadar pratik de. Baklava yufkalarından bir tanesinin üzerine kenarından 2cm kalacak şekilde oklavayı yerleştiriyoruz. Dövülmüş cevizi şerit halinde serptikten sonra yufkayı oklavanın etrafına doluyoruz, daha sonra yufkayı iki tarafından büzerek oklavadan çıkarıyoruz ve önceden yağlanmış tepsiye yerleştiriyoruz, bütün yufkalar için aynı işlemi yaptıktan sonra üzerinde 170C’de önceden ısıtılmış fırında yaklaşık yarım saat pişiriyoruz. Bu esnada, 5 bardak şeker ve 5 bardak su kaynamaya başladığında bir dilim limon atılarak, şerbeti hazırlanır. Ilık şerbet soğumuş tatlıya yedirilir. 1-2 saat sonra tatlımız servise hazır. Tatlının hazırlık aşamasında, en çok dikkat edilmesi gereken husus, yufkaların kurumadan sarılması. Çünkü baklava yufkası, paket açıldıktan sonra çok çabuk kuruyor. Baklava yufkasıyla diğer baklava çeşitlerini de deneyebilirsiniz.

felafel house


Son 1 seneyi felafel sayıklayarak geçirdiğimi duymayan kalmadı herhalde yakın çevremde. Fakat nasıl olduysa hiçbirşey derdime derman olamadı. Taa ki geçen gün google’da felafel tarifi aramayı akıl edene kadar.. Sonra anladım ki insan birşeyi gerçekten istediğinde bulabiliyor ancak.. Tarifi tabii ki portakalağacı’nda buldum. Sonra aramalarıma daha bir hız kazandırdım ve Felafel House çıktı karşıma. Bir ton gazete, internet sitesi gidip görmüş, keşfetmişken, bu kadar elimin altında olan bir yeri görememiş olmak şaşırttı beni tabii.. Taksim’de Simit Sarayı’nın solundan Talimhane’ye giden yola saptığınızda hemen solda küçük bir restoran Felafel House.. Filistinli bir aile işletiyor. Oldukça şirin, sıcak bir yer.. Felafelin ardından ikram ettikleri kakuleli arap kahvesi ise beni benden aldı…
Gelelim felafele.. Felafel nohut ezmesinden yapılan bir çeşit sebze köftesi, inanılmaz lezzetli, doyurucu bir yemek. Humus, tabbule, ful ve pideyle servis ediliyor. Tanışmamız geçen sene bu zamanlara denk geliyor. O kadar sevmiştik ki birbirimizi İngiltere’den kutu kutu felafel taşıma girişimim bile olmuştu, başarısızlıkla sonuçlansa da.. Lübnan mutfağı gerçekten çok zengin ve İstanbul’da oldukça az sayıda yer var, bu tatları bulabileceğimiz. Ama şuna inanıyorum, hasret gerçekten insanları daha maharetli kılıyor. Nasıl ki İstanbul’da birkaç yerin künefesi Hatay’da yenenden bin kat güzel olduğu gibi, felafel gibi birçok Lübnan-Arap yemeği de Avrupa’nın birçok yerinde çok daha güzel yapılıyor ki en iyi felafelin İspanya’da yapıldığına dair bir duyum aldım..
Yeni hayalim İstanbul’da Şam baklavası yapan-satan bir yer bulmak. Bilen varsa parmak kaldırsın!!

intiharın genel provası

İntiharın Genel Provası, Sırp oyun yazarı Duşan Kovaçeviç tarafından yazılmış. Oyuncular, Bora Seçkin, Serhat Mustafa Kılıç, İbrahim Can ve Bennu Yıldırımlar...

Oyun genel olarak güzel.. Fakat çoğu uyarlama oyunda olduğu gibi, kültürler arası farklılıklardan kaynaklanan bir adaptasyon sorunu var. Slav kültürü bize ne kadar uyarsa işte..
Oyun hakkında fazla birşey söylemeyeceğim. Gidip görmenin bir zararı olmaz.. En sevdiğim kısmıysa oyunun sonunda hikayenin seyrinin değişmesi oldu. Hoş bir sürpriz oluyor.

Oyundan ziyade, sahne tasarımı, ışık oyunları beni ziyadesiyle cezbetti. Oyun başladı ve "evet, bunu yapabiliyoruz demekki biz de" dedirtti bana. Bu işi bu kadar ilerlettiysek, Notre Dame de Paris neden gelip oynamasın bizim tiyatrolarımızda da diye düşündüm.. Işık oyunları gerçekten görmeye değerdi. Sanki Kafka'nın bir romanı karikatürize ediliyormuş hissine kapıldım bir süre..

Fakat yine de Muhsin Ertuğrul'un yeni binasının acuzeliğine değinmeden edemeyeceğim. Bu kadar masraf yapıldığına değdi mi diye düşünmeden edemedim. Çok fazla artısı olmayan bir bina olmuş. Eskisinden çok farkı yok. Olan artılar da değerlendirilmemişti zaten. Çevre düzenlemesi tamamlanmadan bina kullanıma açılmış. Gereksiz yere, yüzlerce metre yol yürüdük, birkaç taş yerine yerleştirilmemiş diye. Oyundan sonra, çıkışta, daire kapısından daha küçük bir kapıdan yüzlerce kişi çıkmaya çalıştık. Sırf diğer kapılar kapalı diye.. İçerisi gerektiğinden fazla sıcaktı. Vesaire vesaire.. Bu tarz şikayetler, konfor düşkünlüğü yada şımarıklık olarak görülebilir fakat bir iş yapıldığında, ciddi bir mesai harcandığında, insan bunun yansımalarını görmek istiyor. Haksız mıyım?




17 Mart 2010 Çarşamba

istanbul modern

İstanbul Modern'de halen devam etmekte olan iki sergi var ilgimi çeken.
Biri, "Gelenekten Çağdaşa"
Gezerken zihnimde şu cümleler dönüyordu. Modern sanatın da geleneksele ihtiyacı var. Mesela hat sanatı, birçok objenin üzerinde çok hoş, gizemli ve farklı görünüyor. İslam'la uzaktan yakından ilgisi olmayan insanlar bile bunu düşünüyor şu günlerde. Fakat tabii ki doz aşımı olduğunda yada anlamsız şeyler yapıldığında bu da manasız bir şeye dönüşebiliyor yada içi boşaltılmış bir geleneksel sanat anlayışına sebep oluyor. Sergide böyle bir durumla karşılaşmamak beni mutlu etti.
Küratörlüğünü Levent Çalıkoğlu'nun yaptığı Gelenekten Çağdaşa sergisi 23 Mayıs'a kadar gezilebilir. Sergide öne çıkan isimler Balkan Naci İslimyeli, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İnci Eviner, Ergin İnan, Erol Akyavaş...

"İçimizdeki Zaman" fotoğraf sergisi Türkiye, Yunanistan ve Rusya'dan fotoğrafçıların eserlerinden oluşuyor. Benim favorim Peter Lovigin.



Tüm bunlara rağmen İstanbul Modern denince gözümde ilk canlanan görüntü kütüphanesi oluyor yine de. Hayalimdeki tavan tasarımı!!!!
Gökyüzünde asılı duran kitaplar.......


oyuncak sokaklar

Bir şehrin güzelliği ara sokaklarından belli olur. Üsküp de böyle bir yer işte benim için.. Saatlerce ağzım açık dolaşabileceğim müthiş sokakları olan bir şehir.. Şirin sokaklarında Osmanlı esnaflarını andıran küçük dükkanların tek kötü yanı günün büyük bölümü kapalı oluşlarıydı. Çoğu dükkan sahibi öğleden sonra 3-4 gibi kepenklerini indiriyor. Turistlere de uzaktan bakakalmak düşüyor.. Yazınca farkettim, turist kelimesi biraz eğreti kaçıyor Üsküp'e giden Türkler için. Çünkü oradayken, Anadolu'nun bir kasabasında geziyormuş hissi en yoğun yaşadığım duyguydu..